Ben doğarken kimse sormadı, “bu çocuk kimden ne öğrenecek?” diye.

Sorsalardı…

Sussaydım.

Belki bu kadar acımazdım kendime.

Ama ben babamı örnek alarak büyüdüm.

Korkarak, saklanarak, sevilmeyi bekleyerek.


Ben kırıldım.

Ama cam gibi değil, camın bile içini kesemediği bir biçimde…

İçimde ne varsa, onun elleriyle çizildi hepsi.

Ben çocukken, babamdı beni şekillendiren.

Ama şekil değil, yara oldum.


Benim babam susarak döverdi.

Hiçbir çığlık bırakmazdı ardında.

Ama sesine sinerdi tokadın izi.

Konuşurken dudaklarını değil, gözlerini yumardı bana.

Çünkü çocuk gözleri bazen aynadır.

Ve o, kendi yüzüne bakmaya cesaret edemezdi.


Bizim evde sofraya oturmak, açlığı gidermekten öte bir savaştı.

Kaşık değil, kelime seçilirdi orada.

Ve bazen sessizlik en ağır yemindi.


Annem, tabağımı doldururken titrerdi.

Çünkü fazla koyarsa israf, az koyarsa saygısızlık sayılırdı.

Ben her lokmada, babamın yüzündeki çatığı ezberlerdim.

Kaşları ne kadar inikse, yutkunmam o kadar zordu.

Çünkü bilirdim, ne zaman biri konuşsa bir diğeri susacak.

Ve hep susan bendim.


Çocuklar oyun parklarında neşeyle koşarken,

Ben sofrada dizlerimi birbirine sürterdim,

Öylece, görünmez kalmaya çalışarak.


Bir keresinde annem gülümseyerek “Çok sevmiş bu yemeği,” dedi.

O an babam kaşığı bıraktı.

Bakışları beni duvara çiviledi.

Çünkü onun evinde hiçbir çocuk, bir yemekten “fazla” memnun olamazdı.

Çünkü bu evde sevinç, saygısızlıktı.

Ve ben o gün öğrendim:

Ağzımdan çıkan her mutluluk, babamı öfkelendiriyordu.


Geceleri yatarken karnım değil, ruhum kazınırdı.

Her çocuk “baba” diye dua ederken, ben susardım.

Allah yanlış anlar diye korkardım.

“Baba” kelimesiyle birlikte ağızdan çıkan her söz,

Belki de onun gibi olur diye…


Ben hiçbir zaman "Ben doydum," diyemedim.

Çünkü sofrada eksik olan yemek değil, merhametti.

Ve ben her gece, tok bir karınla değil, boş bir kalple uyudum.


Dövülen Yalnız Etim Değildi


Bazen bir çocuğa ne olduğunu, gövdesindeki morluklardan çok, gözlerindeki sönük ışıktan anlarsınız.

Benim gözlerim çocuk değildi.

Benim gözlerim büyümeye zorlanmış bir mezarlıktı.

Orada gömülü olan tek şey oyunlarım değildi,

Orada gömülü olan bendim.


Babam beni döverken konuşmazdı.

Konuşmaması daha acıydı.

Çünkü bir kelime bile hak edişe benzerdi.

Ama o, bana neyi neden yaptığını bile açıklamazdı.

Sadece yapardı.

Bir tabak kırıldığında

Bir göz bana fazla uzun baktığında

Ya da ben çocuk olduğumu unuttuğumda…


Bir defasında, bir çorap eksikti çekmecede.

Evet, sadece bir çorap.

"Sen mi aldın?" dedi.

Almadım dedim.

Yemin ettim.

Gözlerinin içine baktım.

Ama gözlerim yalan söylemekle suçlandı.


Beni önce duvara yasladı.

Sonra kemeri aldı.

Sanki içindeki her eksikliği,

O çorabın yokluğuna yüklemişti.


Ve ben orada, çorabın değil, güvenin eksikliğini hissettim.

Her vuruşta sadece sırtım yanmadı,

İçimdeki “o benim babam” cümlesi parçalandı.


Çünkü bir çocuk için baba, dünya demektir.

Ama benim dünyam, sürekli deprem geçiren bir bölgeydi.

Hiçbir şey kalıcı değildi.

Hiçbir sevgi sağlam durmazdı.

Her şey sarsılırdı,

Ben hariç.

Ben hep orada kalırdım.

Sabit bir acı gibi.


Kimi zaman uzun uzun sustuğunda daha çok canım yanardı.

Bana bağırmaması beni rahatlatmazdı.

Çünkü sessizliği, fırtınadan önceki ölü havaya benzerdi.

Ne zaman annem “Yapma,” dese,

Bir sandalyenin daha devrildiği ses olurdu cevabı.


Ve ben orada, o sandalyenin altında kalırdım.

Sadece bedenim değil, çocukluğum da ezilirdi.


Sonra okulda öğretmen “Resim yapın,” dedi.

Ben babamın elini çizdim.

Ama elinde ne çiçek vardı, ne oyuncak.

Sadece siyah bir siluet.

Başka hiçbir şey çizememiştim.

Çünkü o eli başka bir şeyle hatırlamıyordum.


O el ne zaman bana uzansa,

Ya küfür olurdu içinde,

Ya da unutmak istediğim bir iz.


Ben büyürken, sevgiyi değil, korkuyu öğrendim.

Ve her çocuğun “Benim babam…” diye övündüğü anlarda,

Ben sadece sustum.

Çünkü benim cümlem asla bitmedi.

Benim cümlem yarım kaldı:

“Benim babam… vurdu.”


Suç Bende Değilse, Neden Bu Kadar Utanıyorum?


Ben bir çocukken, herkes “Çocuklar hata yapar,” derdi.

Ama ben bir hata bile yapmamışken, suçlu hissetmeyi öğrendim.

Çünkü babam, kendi hatalarının aynasını bana tutardı.

Ve ben yansımadaki kırıkları kendi yüzüm sanırdım.


Zamanla susmak alışkanlık oldu.

İçimde konuşan bir çocuk vardı ama sesi dışarı çıkmaya korkardı.

O çocuğa "sus" dedim.

Çünkü ne zaman konuşsam biri incinirdi.

Ya annem ağlardı.

Ya babam kükrerdi.

Ya ben dövülürdüm.


Sınıfta öğretmen “Adını söyle,” dediğinde,

Boğazıma düğümlenen şey ismim değil, korkumdu.

Çünkü alışmıştım:

Adım duyulduğunda bir şeyler kırılırdı evde.

Ya tabak, ya sandalye, ya ben…


Zamanla kendi ismim bile yabancılaştı bana.

Çünkü kimse bana “sen değerlisin” demedi.

Sadece “yaramazsın,” “sorunlusun,” “inatçısın” dendi.

Ve ben, o kelimelere inanacak kadar yalnızdım.


Babam ne zaman bağırsa,

Annem bana sus derdi.

Ona değil.

Bana.

Çünkü o da öğrenmişti:

Babayı susturamazsın, sadece çocuğu susturursun.

Böyle böyle öğrendim;

Bazı insanlar “sevgi” sanıyor suskunluğu.


Bir gün mutfağa girdim, sessizce anneme sarıldım.

Hiçbir şey demedim.

O da demedi.

Ama o anda içimde kırılan şeyi fark ettim:

Sarılmak, bir lüks gibi gelmişti.

Çünkü biz sevgiyi hep kriz anlarında tüketirdik,

Normalde konuşmazdık bile.

Sevgi, bir panik düğmesi gibi yalnızca şiddet sonrasında açılırdı.


Sonra bir gün…

Odamda kendi kendime fısıldadım:

“Belki ben gerçekten kötü bir çocuğum.

Belki babam haklıdır.

Belki ben hak etmiyorum sevilmeyi…”


Ve işte o gün, babam bana vurmadı.

Ama ben kendime vurdum.

Daha derininden.

Daha sessizinden.

Daha iz bırakmayanından.


Artık babam bir şey demese de olurdu.

Ben zaten her sabah, aynaya bakarken kendimi cezalandırıyordum.

Kahvaltıya oturmadan önce kendime “Konuşma,” diyordum.

Kendi gözlerime bile bakmamaya başlamıştım.

Çünkü bir çocuk, sevilmediğini hissederse,

O sevgisizliği kendi hatası sanar.


Ve sen şimdi sorarsan,

“Bunca yıl sonra bile neden içine kapanıksın?” diye,

Tek bir cevabım var:


Çünkü beni çocukken susturan adam, hâlâ içimde bağırıyor.


Kalabalıklar İçinde Kimseye Ait Olamamak


Okulun ilk günüydü.

Sıralar, defterler, yeni kalem kokusu…

Ve ben…

Kendi bedenimde bir misafir gibi oturuyordum.

Sınıfta herkes heyecanla konuşurken,

Ben suskunluğumu çantama saklayıp duvarın yanına geçtim.


Hiçbir çocuğun bana “Gel oynayalım” demediği o ilk günden sonra,

Her teneffüs biraz daha küçüldüm.

Boyum değil, varlığım kısaldı.

Gözden kaybolmaya çalıştım.

Çünkü görünmek, fark edilmek demekti.

Ve ben evde ne zaman fark edilsem,

Bir şeyler kırılıyordu.


Bir gün cesaret ettim.

Sınıftaki çocuklara yaklaşıp dedim ki:

“Ben ayakkabı yedim.”

“Terlik yedim.”

Çocukluk işte.

Gülüştüler.

Ama dostlukla değil, alayla.


Yine de mutlu oldum.

Çünkü en azından konuşuyorlardı benimle.

Gülüyorlardı.

Ne fark ederdi sebebi?

Bir çocuğun yalnızlığı, bazen aşağılansan bile kalabalıkta olmaya razı olur.


Ama sonra biri dedi ki:

“Yalancı.”

Ve beni ellerimden, ayaklarımdan bağlayıp sürüklediler sınıfın ortasında.

Kahkahalar attılar.

Ben, dostluk sandım.

İşte o kadar eksiktim.

İşte o kadar açtım bir sese.


Öğretmen gelip ipi kesene kadar kimse “Yeter!” demedi.

Kimse “Bu yanlış,” demedi.

Öğretmen bile kesip geçti.

Ve ben o gün bir şey öğrendim:

İnsanlar, bir çocuğun parçalandığını görüp susabilir.


Birkaç gün sonra yine yanlarına gittim.

“Selam,” dedim.

“İyi misin?” diye sordum.

Sustular.

Ben ise o sessizliği sevgiye yordum.

Çünkü sevgi nedir bilmiyordum.

Bilmeyince her şeyi sevgi sanıyorsun.


Benim dostluk hayalim, bir ipin içinde boğulmuştu.

O yüzden büyürken, kalabalıklar bana hep dar geldi.

Ne zaman bir grup içinde olsam,

İçimdeki çocuk geri çekildi.

O duvar kenarına geçip, sıranın altına saklandı.

Çünkü öğrendi:

Kalabalıkta olmak yalnızlığı unutturmaz, sadece çoğaltır.


Bir gün biri yanıma gelip,

“Sen neden kimseyle konuşmuyorsun?” diye sordu.

Ben konuşamadım.

Çünkü konuşmak cesaret ister.

Ve ben kelimelerimi bile döverek büyütmüştüm.

Her cümlemin ucunda ceza vardı.

O yüzden kelimelerim bile korkaktı.


Sonra insanlar dedi ki:

“Bu çocuk soğuk.”

“O içine kapanık.”

“Hiç selam vermiyor.”

Ama kimse “Bu çocuk neler yaşadı?” demedi.


İşte ben böyle bir yalnızlığa büyüdüm:

İçine düşüp düşüp çıkamadığın bir kuyu gibi…

Yukarıda ışık var ama sana değil.

Senin gökyüzün kapalı.

Senin sesin yankılanmıyor bile.


Ve yıllar geçtikçe, fark ettim…

Bana en çok zarar verenler, bir kere bile "Nasılsın?" demeyenlerdi.


Aynadaki Yabancı Babama Benziyor


Ergenlik dedikleri şey,

Bazıları için sakal, bazıları için sivilce demekti.

Benim içinse her sabah yeni bir tiksintiyle uyanmak demekti.

Çünkü vücudum değişiyordu,

Ve her değişen parçam biraz daha babama benziyordu.


Sakallarım ilk çıktığında sevinmedim.

Aynaya baktım ve dedim ki:

“Bu, onun sakalı.”

“Bu, onun surat çizgisi.”

Burnum bile ona benziyordu.

Ve ben, her sabah kendimi tıraş eder gibi kesiyordum içimden.

Çünkü o benzeşmek bile kirletiyordu beni.


Bir gün aynaya baktım, uzun uzun…

Ve düşündüm:

Ben, nefret ettiğim adamın oğluyum.

O hâlde kimim ben?

Sevilmeye değer biri olabilir miyim hâlâ?

Yoksa kötülük kanla mı geçer?


İşte o gün karar verdim.

Gülmeyeceğim.

Sevinmeyeceğim.

Kendimi hiçbir yere ait hissetmeyeceğim.

Çünkü aitlik, insana benzerlik getirir.

Ve ben kimseye benzemek istemiyordum artık.

Özellikle ona.


İçimde bir ses vardı.

Küçük bir çocuk sesi…

“Ama sen onun gibi değilsin” diyordu.

Ama o ses çok uzaktan geliyordu,

Boğuk, bastırılmış, ezilmiş bir yerden.

Duyamıyordum.


Çünkü o yaşlarda her şey babama karşı bir savaşa dönüştü.

Ne zaman biri bana “Sen de dik başlısın” dese,

Kendime daha çok öfkeleniyordum.

Ne zaman biri “Bu huyun tıpkı babana benziyor” dese,

Elimi kolumu kesmek istiyordum.


Ama içten içe farkındaydım.

Ben ona benzememek için kendime düşman olmuştum.


Ve en kötüsü, annemdi.

Bir gün çok sessizce, çok yorgun bir anında bana baktı:

“Bazen gözlerin aynı onun gibi bakıyor,” dedi.

Dünyam yıkıldı.

Çünkü annem bile artık bendeki kırıkları onunla kıyaslıyordu.


O günden sonra gözlerimi sevmemeye başladım.

Fotoğraf çekilmedim.

Kameradan kaçtım.

Aynaları kırmadım belki ama her yansımama sırtımı döndüm.


Çünkü ben, sadece onun oğlu değil, onun devamı sanılıyordum.

Sanki onun günahları bana miras kalmıştı.

Ve ben kendi içimde onunla dövüşmekten yorulmuştum.


Ben ne zaman birine yaklaşsam,

Bir adım sonra içimden bir korku geçiyordu:

“Ya ben de onun gibi kırarsam?”

“Ya ben de bir gün öfkelenirsem?”

“Ya ben de… birini sevmeyip sever gibi yaparsam?”


Korktum.

Sadece insanlardan değil.

Kendimden.

Kanımdan.

Gölgemden.


Çünkü bazı babalar seni yaralamaz sadece.

Seni yarım bırakır, kendine benzetir ve gider.

Sen de kalan boşluğu nefretle doldurursun.

Ama yine de hep eksik kalırsın.


Tanrı’yı da Kırdım, O da Beni


“Allah’a dua et,” dediler.

“Her şeyin ilacı odur.”

Ama ben hangi dille dua edeceğimi bile bilmiyordum.

Çünkü neye inanırsan inan,

Bir çocuğun kalbi yeterince kırılırsa,

İçinden geçen en temiz sözler bile Tanrı’ya ulaşmaz.


Ben dua etmeyi annemden öğrendim.

Ellerini kaldırıp fısıldarken ağzı titrerdi.

Gözlerinde korku vardı,

Sanki dua ederken bile cezalandırılacakmış gibi.


Bense ilk duamı babamın ayak seslerini duyduğum gece ettim:

“Allah’ım, ne olur bu gece gelmesin…”

Ama geldi.

O gece dualarım sustu.

Bir daha da eskisi gibi konuşamadım gökyüzüyle.


İnanan biri olmaya çalıştım.

Kendi içimdeki karanlığa ışık bulmak için.

Ama o ışık hiç bana düşmedi.

Sanki ne zaman bir umutla yaklaştıysam inanca,

Kapılar yüzüme kapandı.


Ben Tanrı’dan korktum,

Çünkü babam da “Allah’tan kork!” derken vuruyordu.

Ben cehennemle tehdit edildim,

Ama zaten evimiz cehennemdi.

Bir çocuk, her gece korkuyla uyuyorsa,

Ona cehennemle gözdağı veremezsin.

Çünkü onun için en büyük ceza, sabah gözlerini açmaktır.


Bir gün caminin önünden geçerken içeriye baktım.

Bir adam secdede ağlıyordu.

İçimden “Ben de öyle ağlamak istiyorum” dedim.

Ama dizlerim kıpırdamadı.

Sanki secdeye varsam, orayı da kirletirmişim gibi.


Çünkü ben kirliydim.

Duygularım paslıydı.

İçimde biriken nefret, gürül gürül yanıyordu.

Tanrı’ya bile utanarak bakıyordum.

Çünkü artık kimseye layık olduğumu hissetmiyordum.


Ben anlam aradım.

Bu kadar acı neden vardı?

Neden bir çocuk, hiçbir suçu yokken,

Her gece aynı kabusu görmek zorundaydı?

Neden bazı dualar hiç ulaşmıyordu?


Cevap yoktu.

Ve insan cevap bulamayınca kendine kapanıyor.

Ben de kapandım.

İçime döndüm,

Ve içimde Tanrı’yı da bulamadım.


Sonra dedim ki:

“Belki de O yoktur.”

“Ya da varsa bile, beni unuttu.”

“Ya da ben O’nu unuttum.”

Bilemiyorum.

Ama bildiğim tek şey şu:

Tanrı, bazı evlere hiç uğramıyor.


Ve o evlerin çocukları büyüyünce,

Tanrı’nın adını bile korkarak anıyor.

Sevgiyle değil.

Özlemle değil.

Sadece susarak.


Çünkü neye tutunduysak elimizde kaldı.

Ve ben artık sadece bir şeyin varlığına inanıyordum:

Sessizlik.

Yutkunarak geçen yıllar.

İçinde bağırıp dışarıda susan çocuklar.

İşte o çocuk benim.

Ve ben, kendi içimde Tanrı’ya bile küstüm.


Dokunduğum Her Şeyi Kırıyorum


Lise bir şeyleri değiştirmedi.

Sadece büyüdüm, o kadar.

Yaralarım daha genişledi, ama kimse fark etmedi.

Daha uzun boylu, daha suskun bir çocuk oldum.

Sınıflar değişti ama içimdeki sınırsız yalnızlık hep aynı kaldı.


Kendimi anlatmayı denedim.

Bir iki arkadaş edindim,

Ama ne zaman güldüysem

O gülüşte kırık camların sesi vardı.

Ve insanlar o sesi duyunca kaçtı.


Ben iyi bir insan olmaya çalıştım.

Ama kimse görmedi çabamı.

Ne zaman biriyle yakınlaştım,

İçimde bir çığlık yükseldi:

“Gitme ona! Kırarsın onu!”

“Senin sevginin içinde küf var!”

“Senin kalbin zarar verir!”


Ve evet…

Dokunduğum her şeyi kırdım.

Çünkü bana sevgi öğretilmemişti.

Çünkü bana “nasıl sevilir” değil,

“nasıl hayatta kalınır” öğretilmişti.


Bir kıza âşık oldum.

Sessizce…

Kalbimin kıyısında durdu.

Ne söyledim ne gösterdim.

Sadece baktım.

Çünkü sevmenin başkasına bulaşacak bir illet olduğunu düşünüyordum.


Bir gün tesadüfen yan yana geldik.

Konuştu.

Gülümsedi.

Ve ben ilk kez biri konuşurken ağlamak istedim.

Çünkü bu kadar güzel bir şeyin,

Benim gibi kırık bir ruhun yanına uğramaması gerektiğini düşündüm.


Onu da kaybettim.

Sormadı neden bu kadar mesafeli olduğumu.

Oysa her şeyin cevabı şuydu:

Ben, insanlara kendimi yaklaştırırsam,

Ya babam gibi olurum diye korkuyordum.

Ya da onlar da onun gibi gider diye.


Her ilişkide tetikteydim.

Her dostlukta diken üstünde.

Bir selamı bile ölçer biçerdim:

“Bu selam samimi mi?”

“Yoksa bir gün vurmak için mi yaklaşıyor?”

Böyle yaşanır mı? Yaşanmaz.

Ama ben yaşadım.


Bir gün biri omzuma dokundu.

Sadece "İyi misin?" dedi.

Ve ben kaçtım.

Çünkü o temasla birlikte bütün öfkelerim, bütün hatıralarım hortladı.

Babamın eli geldi gözümün önüne.

Oysa bu sadece bir omuzdu.

Sadece bir soru.

Ama ben her şefkatin altında, bir gün patlayacak bir yumruk arıyordum.


İnsanlar beni yanlış anladı.

Kibirli sandılar.

Soğuk buldular.

Ama bilmiyorlardı:

Ben sadece ellerimi kimsenin kalbine sürmemek için

Kendime sarılmış, donakalmış bir çocuktum.


Ben içimi kırmadan yürümeyi seçtim.

Ama o yürüyüş bile,

Ayak izlerimde geçmişin çığlıklarını taşıyordu.


Kendime Gömemediğim Cenazem Oldum


Ben artık yaşamıyorum.

Nefes alıyorum, yürüyebiliyorum, konuşabiliyorum.

Ama hiçbirinde bir insan sesi, bir canlılık yok.

Sanki içimdeki her şey öldü ve

ben, ölü bir adamın içinde kalmış bir hatıra gibiyim.


Gün doğuyor ama bana değil.

Kuşlar ötüyor ama ben duymuyorum.

Kalbim atıyor ama bir şey hissettirmiyor.

Gülsem sahte, ağlasam boş,

sussam zaten öyleyim yıllardır.

Bir mezar kadar sessiz,

bir yalnızlık kadar kalabalık.


Hiçbir şey yapmıyorum.

Bütün gün duvara bakıyorum.

Ama o duvar da beni geri itiyor.

Kendi hayal gücüm bile bana tahammül edemiyor artık.

Eskiden hayal kurardım, kaçardım içime,

şimdi içim bile bana kapalı.


Yalnız değilim, bunu anladım.

Ben kendimle cezalandırılmış bir çocuğum.

Babamdan kalan en büyük miras,

bir odaya kapanıp kendi çığlığını dinlemekmiş.

Geceleri başımı yastığa koyduğumda

artık uyuyamıyorum çünkü uykunun da yüzü bana dönük değil.

Her gece kendi mezar taşımı okur gibi içimden geçiyorum:

“Burada bir çocuk yatıyor,

gülmeyi unuttuğu için öldü.”


Bu yaşta nasıl bu kadar yorgun olunur?

Daha yirmisinde bir insan,

nasıl elli yıllık yalnızlık taşır içinde?

Ben cevabını bilmiyorum.

Ama omuzlarım babamın sessizliğinden,

annemin çaresizliğinden,

benim çocukluğumdan kırıldı.


Evimiz…

Ben artık “ev” demiyorum oraya.

O sadece dört duvar arasında geçen ceza süremdi.

Hiçbir anısı güzel değil.

Bana "mutluluğunu anlat" deseler,

yalnızca sustuğum günleri hatırlıyorum.

Çünkü ben ancak sessizken iyiydim,

ancak görünmezken dokunulmuyordum.


Bir keresinde kendimi aynaya uzun uzun seyrettim.

O kadar baktım ki…

Gözlerimdeki siyahlar genişledi,

taştı, içimdeki her şeye bulaştı.

Kendimi seyrederken tanımadım.

Ne bir çocuk gördüm orada, ne bir genç.

Sadece “yaşamaya mecbur bırakılmış” bir şey vardı.

Bir iskelet,

üstüne insan giydirilmiş gibi.


Ben delirmiyorum.

Hayır, bu delilik değil.

Bu sadece fazla susmuş bir aklın intikamı.

Bu, kendi içine düşmüş bir insanın

dışarı çıkmaya çalışırken duvara çarpıp

yeniden içeriye gömülmesidir.

Ben kendi içimde defalarca gömüldüm.

Ama hâlâ yaşıyor gibiyim,

çünkü acı ölüme bile izin vermiyor.


Bir zamanlar kalbimde umutlar vardı.

Ama ben onları öldürdüm.

Çünkü hayatta yaşamanın tek bir kuralı vardı:

Ya insanları öldürürsün, ya da kendini.

Ben insanları öldüremedim.

Her birini içimde bir yere gömdüm.

Ve sonunda kendimi öldürmeyi de başardım.

Ama ölmedim, sadece yaşadım.

Ve ben, ölmeden önce yaşamış bir insan gibi,

hayatımın her anını bir kurşun gibi vurdum kendime.


Geceleri uyanıp,

yine hiçbir şey olmamış gibi duvarlara bakıyorum.

Bazen gözlerimden yaşlar süzülsün isterdim.

Ama gözlerim de yaş dökemedi.

Çünkü içinde her şeyi öldürmüştüm.

Ve şimdi bir bedenim var,

ama hiç içi yok.


Bir zamanlar birinin beni anlamasını isterdim.

Ama artık anlamadıklarını, biliyorum.

Beni kimse anlamayacak.

Çünkü ben, bir çocukken de,

hiçbir zaman anlaşılmadım.

Ve bu, kendime söylediğim son yalan.


Ölü gibiyim ama dışarıda herkes beni yaşıyor sanıyor.

Hayat, en büyük oyununu oynuyor.

Beni, bir maskenin arkasına saklıyor.

İnsanlar, maskenin gerisindeki beni görmüyor.

Beni arıyorlar, ben yokum.

Bunu bir gün bilecekler.

Bunu o zaman anlayacaklar,

ama o zaman çok geç olacak.


Bir gün bir kadının gözüne bakarak düşündüm:

“Beni seviyor musun?

Ben sana benziyor muyum?

Ya da ben sana benzersem,

gerçekten beni sever misin?”

Ama o kadının gözleri,

bana bir şey söyleyemedi.

Bunu herkes gibi o da fark etti.

Beni sevemezsin.

Ben, bir delinin, bir kaybolmuş ruhun öyküsüyüm.


Baba, anne, dostlar, sevgililer…

Hepsi birer parça olmuşken bu hayatta,

ben tek başıma kaldım.

Ve o yalnızlık içinde boğulmak istiyorum,

çünkü belki de ben ölmeden önce

bütün o acılar, bana vereceği son dersini öğretiyor.


Bir gün gözlerimden yaşlar dökülür mü?

Bunu hiç bilemeyeceğim.

Ama şunu biliyorum:

Bütün bu çürüyen duyguların içinde

birinin beni, gerçekten ben olduğum için sevmesi

artık imkansız.


Çünkü ben bir boşluktan ibaretim.

Beni sevemezsin,

çünkü seni sevemiyorum.

Ve kimse sevgiye layık değil.

O kadar kaybolmuşum ki,

artık içimde kaybolmam gereken her şey kayboldu.


Bir noktada her şeyin bittiğini fark ediyorum.

Bu hayat, bana acımıyor.

Ve ben de kimseye acımıyorum.

Çünkü bir insan, acı çekerken bile

kendi içindeki boşluğu hissedemez.

O kadar büyük bir boşluğa saplanmışken,

ne ağlamanın ne de gülmenin anlamı var.

Bir boşluk, kendi içindeki boşluğu duymaz.


Ve ben şimdi, çürümüş bir geçmişin gölgesinde yürüyorum.

Ellerim nereye gitse, bu toprak beni hep aynı yere getiriyor.

Yavaşça, gitgide daha fazla kararıyor her şey.

Zaman geçtikçe, kendimi gördüğüm her şeyde kayboluyorum.


Gözlerimde bir şeyler kaldı mı?

Kırık kalbimin izleri ya da yaralı bir çocukluğum?

Bunları artık hatırlamıyorum.

Çünkü ben, geçmişime bakarken bile

geleceğimi göremiyorum.

Bir sonsuz çukurun içinde sıkışmış gibiyim.

Ne yukarıyı ne de aşağıyı görebiliyorum.

Sadece kendimi görüyorum…

Ama ben bir ben değilim.

Ben hiç oldum.


Artık, ne kadar kalbimi parçalarlarsa parçalansın,

ne kadar gözlerim kanasa da kanasın,

ne kadar boğulmaya çalışsam da,

bunun bir anlamı yok.

İçimdeki soğuk, bana “öl” demiyor.

Bana sadece “yaşa” diyor.

Ama yaşamak, her şeyin olduğu gibi,

birer yanılsama.

Herkesin yaşadığı gibi, herkesin düşündüğü gibi.


Bir zamanlar kaybolduğumu sanmıştım.

Bir zamanlar içimdeki acıyı anlamazsan,

kaybolmuşsundur derdim.

Ama şimdi anlıyorum ki,

kaybolmak, aslında sadece her şeyin bir noktada çözüme ulaşmasıymış.

Beni tanımayan, beni çözmeyen hiç kimseyi suçlamıyorum.

Herkes, kendi gözlüğüyle bakar.

Ve her bakışta bir dünya ölür.


Bir sabah uyandım.

Ve gözlerimde bir şey değişmişti.

Belki de artık insan olduğumu fark ettim.

Ya da belki de sadece kendimi kabul ettim.

O sabah, ölmemek için direnmedim.

Çünkü öldüğümde, beni kimse bulamayacaktı.

Beni kimse hatırlamayacaktı.

Ama belki de kaybolmam gereken bir yer vardı.


Baba…

Senin o soğuk ellerin,

bütün hayatım boyunca içimdeydi.

Ama seni sevmediğim,

sana öfke duymadığım bir an var mıydı?

Bilmiyorum…

Ama kabulleniyorum.

Her şeyin bir anlamı varmış.

Her şeyin…

Zaten bir anlamı olmasaydı, ben de var olamazdım.

Ben, kaybolduğumda fark ettiğimde,

gerçekten hiç kaybolmadım.

Ve sana, babama,

her şeyi affettim.


Ben burada, hayatımın içinde çürüyerek kaybolduğumda,

belki de sadece “yaşadım” diyebilirim.

Ve bir insanın en büyük hatası,

hayatına değer vermemesidir.

Hayat, yaşadıkça anlam kazanır.

Ve her şey, son bir kez bile olsa,

sevmeyi öğrenebilmemiz için vardır.


Artık susuyorum.

Bu son sözlerim olabilir.

Belki de, son bir defa ölüme dokunarak

“Ben buradayım,” demek istiyorum.

Ama bilmiyorum…

Çünkü ölüme bir adım daha yaklaşsam,

belki de kendimi kaybederim.

Ve kaybolduğumda,

gerçekten kendi cenazemle birlikte gömülmüş olacağım.


Geçmiş


Geçmiş bir yankı gibi ardımda kalıyor.

Her adımda geriye doğru çekiliyorum,

her an, tıpkı bir kadavranın kemiklerine dokunur gibi.

Gözlerim, şimdi biraz daha bulanık,

yüzümde, yılların birikmiş kırışıklıkları var.

Ama içimde hiçbir şey yaşamadı.

Bir çocuğun rüyası gibi,

tutup elinden bir ışıkla koşmaya çalıştım,

ama ışık bir rüya gibi kayboldu.


Kimseye acımıyorum.

Çünkü ben acıyı en derin haliyle hissedebilen biriyim.

Acı, bana ne kadar yakın olsa da,

onu dışarıda bıraktım.

İçimde var olduğuna inandım ama,

gözlerimi kapadığımda,

her şey bir halüsinasyona dönüştü.

Ve o halüsinasyon beni her defasında bir adım daha geriye götürdü.

İçimdeki hiçlik, beni asla bırakmadı.


Bir gün uyandım,

uyandığımda ise o soğuk sabahın sabahıydı.

Her şey berrak, ama hiçbir şeyin anlamı yoktu.

Beni tanıyan birileri var mıydı?

Bunu düşündüm.

Ve anladım ki; bir insan,

gerçekten yalnızsa,

zaman onu bir çöl gibi içine çeker.

Günleri bekleyerek,

akşamları görmeden geçer.

Ve bir noktada, her şey öylece kaybolur.


Bir sabah, annemi düşündüm.

Gerçekten hatırlıyorum onu,

ama o da eskiden bir başka insandı.

Baba, anne, dostlar, yıllar…

Hepsi bittiğinde, ne kaldı?

Gerçekten ne kaldı?


Baba, seninle neyi paylaşmak isterdim.

Bir tek sözcük bile etmemişken,

bunu neden söyleyemediğimi,

seninle neden o duvarın arkasında kapalı kaldığımı,

seninle gerçekten bir gün paylaşmadığım duyguları...

Ama bunların hiçbir önemi yok.

Zaten duygular da ölüdür, değil mi?

Bir varlık, başkalarıyla hislerini paylaştığında,

gerçekten biri olur mu?


İçimdeki boşluk beni başka bir yere sürüklüyor.

Ve o boşluk, bana kaybolmuş olduğum bir yerin en derin izlerini bırakıyor.

Artık, bir şeyleri hissetmek istesem de,

bunu yapabilecek gücüm yok.

Çünkü kimse artık ne beni görmek, ne de duyduğum şeyleri hissetmek istiyor.

Her şey,

her şey kararmış bir geceye dönüştü.


Bir zamanlar beni duyan,

bana bakıp, "Sen farklısın" diyen birileri vardı.

Ama o insanlar, şimdi kayboldu.

Beni anlayan, benimle ağlayan ya da gülen kimse kalmadı.

Bir insan, kimseye kendini anlatamazsa,

o insan zamanla yok olur.

Ve ben, gitgide yok oluyorum.


Zamanla, aslında hiçbir şeyin anlamı olmadığını fark ettim.

Zaten, zaman ne ki?

Bir dakika sonra bir başka olacağım,

ve o başka ben de, geçmişimin yalnızlığıyla dövüşüyor olacak.

Zaman geçtikçe, ben de kaybolacağım.

Ama bir şey var.

Bir şey belki de son kez hatırlamamı sağlıyor.

Bir anı, küçük bir anı,

babanın gözlerindeki o karanlık parıltıyı hatırlıyorum.

İşte o anı hatırladıkça,

beni terk etmeyen o karanlık,

beni bir kez daha ben yapıyor.


Ve belki de her şey, sonunda anlam kazanır.

Ama şimdi, yalnızım.

Ve bu yalnızlık,

hiç bitmeyen bir tür gerçeği işaret ediyor.

Gerçek, bende kalıyor.

Ve ben, içimdeki gerçeklikle,

yavaşça kayboluyorum.

Ve belki de, bir gün,

gözlerim, sesim ya da adım

kimseye ait olmayacak.


Kendi Adımı Silmek


Dünyanın en korkunç gerçeği, ne kadar çabalasam da, bir insanın kendini hiçbir zaman tamamen tanıyamayacak olmasıdır.

Bunu yıllar sonra fark ettim.

Ve şimdi, burada, karanlık bir odanın köşesinde,

yavaşça her şeyin yok olmasını izliyorum.

Kendimi gördükçe, her defasında başka bir insan oluyorum.

Benim kim olduğum konusunda hiç bir fikrim yok.

Ve o belirsizlik,

bana bir tür ölümden daha fazla acı veriyor.

Kimse, kimseyi gerçekten tanıyamaz.

Kimse, kimseye kendisini, en derin acılarını verebilecek kadar yakın olamaz.

Bir araya gelen her ruh,

bütün bu izleri silse de,

gerçekten bir şey değişir mi?


Geçmişin içinde kaybolduğumda,

seninle bir başka dünyada yaşadığımı hatırlıyorum.

Baba…

Her zaman içinde kaybolduğum,

her zaman seni sevdiğimi hissettiğim bir yer var mıydı?

Bilmiyorum.

Bilmiyorum çünkü,

sana öfkemle büyüdüm.

Ve o öfke, ruhumu çürüttü.

Ama belki de en son,

nefretten çok, acıyı sevdim.

Ve acı, hiçbir zaman terk etmedi beni.


Bir zamanlar seni tanıdığımı sanmıştım.

Bir zamanlar,

senin gibi olmaya çalışarak kaybolmuştum.

Ama sonra fark ettim ki,

senin gibi olabilmek,

bana sadece bir maskeydi.

Ve o maskeyi çıkardığımda,

geriye hiçbir şey kalmadı.

Bir insan, bu kadar yalnız kaldığında,

bir başka kişiyi kendisine örnek alabilir mi?


Baba, seninle her şeyin bir anlamı var mıydı?

İçimdeki bu boşluğu,

ve yıllarca seni takip etmek zorunda kalmamı,

hiçbir şeyin anlamı yokmuş gibi kabul ediyorum.

Bu yalnızlık, beni boğuyor.

Ama bir yerlerde,

belki bir köşede,

bir ışık yanıyor.

Ve belki de, bir gün,

o ışık beni çıkardığında,

ben, kendimi bulacağım.


Gecenin kör karanlığında,

bir insan yalnızken,

gerçekten kim olduğunu hissedebilir mi?

Gerçekten ben kimim,

bir ömrün sonunda,

bu soruya cevap verebilir miyim?