Bu kitap, sabah ezanında sızmış bir adamın kusmuğunun kenarına düşen mektuplarından ibaret. Yalnız bir adamın kendine yazdığı, hiçbir zaman postaya verilmemiş mektuplar gibi... Kimi zaman serseri, kimi zaman çocuk, kimi zaman deli. Kimi zaman öylece durup "ben nereye gidiyorum?" diyen biri. Ama hep yaşayan biri… Yaralı da olsa hâlâ yaşayan biri.

Burada kahraman yok. Burada “iyileştim, güçlendim, başardım” da yok. Burada sadece zamanla kabuğunu kalınlaştıran ama içini hâlâ kanatan biri var. Kendi mezarını kazdı da içine girecek gücü bulamadı. Şimdi o mezarın kenarında, bir gece daha sızmaya hazırlanıyor.

Bu kitap, acının yazıya dökülmüş hali değil. Bu kitap, acının dili.

Siz okurken ağlamayın diye ben yazarken içtim. Yani şunu bilin: Bu kitap yazılmadı, yaşandı.

Cam Kırıklarıyla Dolu Bir Yatak

İnsan bazen ne zaman düştüğünü anlamaz. Uykularının arasına saklanan o koca boşluğu bir türlü dolduramazsın. Sabahları yastığının üzerinde sadece tükürük değil, geceden kalma pişmanlıklar da birikir. İçmişsindir... Ne uğruna, hatırlamazsın. Kim olduğunu, neden burada olduğunu, niye hâlâ yaşıyor olduğunu da hatırlamazsın. Sadece cam kırıkları gibi batmaya başlar kelimeler. Uyandığında bir şey değişmemiştir, değişmeyecektir de.

Benim için uyanmak, bir laneti tekrar etmek gibi. Gözlerimi açtığımda her şey aynı; aynı duvar, aynı perde, aynı soğukluk. Bazen pencereyi açıyorum, belki bir serinlik girer diye. Giriyor evet... Ama serinlik değil; geçmişin soğuk eli, alaycı bir yüz ifadesiyle içeri sızıyor.

Dün geceyi hatırlamıyorum. Sadece sokak lambasının altında yere çökmüş bir hâlim gözümün önünde. Elimde ucuz bir votka, cebimde eksik bir kimlik. Polis geldi, "Yine mi sen?" dedi. Omuz silktim. Kim olduğumu bilmediklerini zannettim ama aslında ben kim olduğumu bilmiyordum.

Bu şehir bana fazla geldi. İnsanların gözleri bıçak gibi. Gülümsediklerinde bile tehdit var. Kimse kimseye inanmıyor. Herkes sırtını sıvazlayıp ilk fırsatta bıçağı saplamanın derdinde. Ve ben, hâlâ çocukluk arkadaşlarıma inanacak kadar safım. Hâlâ bir mesajla her şeyi affedecek kadar yorgunum. Hâlâ sevilmeyi umut edecek kadar aptalım.

O gece, bir apartman boşluğunda sızdım. Ayakkabılarım kayıp. Cüzdanımda kalan son parayla ne aldım hatırlamıyorum. Bir kadın vardı belki, sesi uzaktı. Belki de kendi iç sesimdi, bilemiyorum. Ama bana "Bitmedin." dedi. Gülümsedim.

Bitmemek... Bu laf içimi delip geçti. Çünkü ben çoktan bitmiştim, sadece kalıntılarım dolanıyordu bu şehirde. İsmimi bile taşımıyorum artık. İnsanlar beni yüzümle değil, halimle tanıyor. Bir kenara sığınıp düşmüş bir yürek olarak.

Cam kırıklarıyla dolu bir yatakta uyanmak ne demek bilir misin? Ayağa kalkarken her adımda yeniden kesilmek, yeniden kanamak. Ama yine de kalkıyorsun. Kalkmak zorundasın çünkü kimse senin yerde kalmanı umursamıyor.

Umut?

Umut sadece reklamlarda güzel duruyor. Gerçekte umut, hayal kırıklıklarının diğer adı.

Ben kalktım. Kalktım çünkü annem hâlâ beni bekliyor. Çünkü sokakta, kaldırımda oturan yaşlı adamın eline para sıkıştırdığımda bana dua ediyor. Çünkü bir zamanlar sevdiğim kadının gülümsemesini hatırlamak hâlâ güzel. Çünkü bazen yüreğime şiir gibi düşen cümleler oluyor... Ve belki de yazmak hâlâ iyi geliyor.

Annemin Dizlerinde Unuttuğum Dua

Bazı kelimeler büyür içimizde, biz fark etmeden. "Anne" mesela… Çocukken bir şifaydı bu kelime. Yaralanınca seslendiğimiz, uykudan korkunca sarıldığımız tek limandı. Ama ben büyüdüm. Ve o kelimenin içi sessizlikle doldu. Artık "anne" dediğimde içimde yankılanan şey sadece pişmanlık.

Annemin gözlerinde kendimi hep eksik gördüm. Ne yapsam yetmiyordu. Karnem iyiydi, yüreğim değildi. Saygılıydım, ama suskundum. Kendiyle konuşan bir çocuğun sessizliğini, bir anne nasıl duysun? Belki de annem de yorgundu. Belki o da içinden çıkamadığı hayatın duvarlarına çarpa çarpa büyümüştü. Bana ne öğretebilirdi ki?

Yine de onu seviyordum. O da beni… ama yanlış yerlerden. Benim canım sıkkındı, o "abdest al namaz kıl geçer" diyordu. İçim karanlıktı, o "ışığı aç" diyordu. Ben kırılmıştım, o "bir şeyin yok" diyordu.

Ama vardı anne…

Ben kırıldım, hem de senin dualarını üstümden silerken.

Senin dizlerinin üstünde ettiğim o ufacık dualar vardı ya…

Ben onları büyürken birer birer unuttum.

Sana sarıldığım son günü hatırlamıyorum. Senin bana sarıldığın son günü de… Ama içimde hâlâ senin kokun var. Ekmekle karışık bir toprak kokusu gibi. Temiz ama biraz yorgun. Sıcak ama biraz uzak.

Bir gün cami avlusunda ağlayan bir çocuk gördüm. Elinde simit, annesini arıyordu. Gözyaşları arasından "Anne!" diye bağırıyordu. İşte o an içimde bir şey kırıldı. O çocuğa sarılamadım. Çünkü kendime sarılamıyordum. O çocuk bendim belki de. Ya da ben onun yıllar sonraki hâliydim.

Anne…

Sen hâlâ dua ediyor musun?

Ben hâlâ unutuyorum.

Ama bil ki, unuttuğum her duayı bir gün şiire çevireceğim.

Kendime Uzak Bir Ben

Bazı sabahlar aynaya bakıyorum,

ve tanımadığım biriyle göz göze geliyorum.

Sanki gözlerimin içinde biri yaşıyor ama ben değilim.

Bir ben var benden içeri,

ve o ben... bana çok uzak.

Ergenlik, derlerdi.

Geçer sandım.

Ama geçmedi.

Yalnızlığımın yaşı yokmuş meğer.

Sokakta yürürken adım adım kendime uzaklaşmışım.

İsmimi duysam dönmem artık.

Çünkü çağrılan ben değilim.

Bir ara kalabalıklarda kendimi aradım.

Gülüşlerde, müzikte, gecelerde…

Her nereye baksam, bir eksiklik karşılıyordu beni.

Bir parçamdı eksik olan.

Ya da çok parçalıydım, bilemedim.

Arkadaşlarım vardı ama dostum yoktu.

Kahkahalar vardı ama içten bir tebessüm yoktu.

Sakindim dışarıdan,

ama içimde fırtınalar sessizce kıyı değiştiriyordu.

Anlam aradım.

Tanrı’da, sokakta, kitaplarda, aynalarda…

Ama her anlam, yeni bir boşluk doğuruyordu içimde.

Belki de ben bir "anlam" değil,

bir "soru" olarak yaratıldım.

Ve bu yüzden hâlâ yazıyorum.

Çünkü her cümlede bir parçamı geri alıyorum.

Her harfte biraz daha "ben" oluyorum.

İlk Aşk

Gözleri vardı,

bir geceyi sabaha bağlayan sessizlik gibi…

Ne zaman bana baksa gözleriyle,

zaman durur, dünya susardı.

İlk defa birine böyle bakmıştım.

İlk defa birini görünce içimde şiirler doğmuştu.

Onun adı geçince kalbim acele ederdi,

sanki bir yerlere yetişecekmiş gibi…

Konuşmalarımız kısa, suskunluklarımız uzundu.

Ama susarken bile konuşuyorduk sanki.

Beni anlamıştı… ya da ben öyle sanmıştım.

Bir gün saçlarını rüzgar savurdu,

ve ben o an içimden geçeni tuttum:

“Bu kız… 

hayatımda bir kırılma noktası olacak.”

Ama bazı şeyler sadece içte kalıyor.

Söyleyemedim.

Cesaret, dilime uğramadı hiç.

Sustum…

ve onun başkasına güldüğünü gördüm.

O gülüş, bende bir şeyleri söndürdü.

İçimde yanan umut mumları,

birer birer eridi o gün.

Kıskanmadım.

Kırıldım.

İlk defa içimde bir his, sessizce intihar etti.

Sonra zamanla unuturum sandım.

Ama aşk, zamanla geçmiyor.

Sadece şekil değiştiriyor.

Bir şarkıya dönüşüyor,

bir rüyaya,

bir sokağın köşesine sinmiş kokuya…

Ve ben o gün bugündür,

birine bakarken önce gözlerini değil,

gülüşünün ardında saklanan kırıkları ararım.

Çünkü artık biliyorum;

bir gülüş, bazen bir çocuğun içini kimsesiz bırakabilir.

İçimde Sessizce Büyüyen Şey

Günler geçtikçe, kalabalıklar içimi daha da yalnızlaştırdı.

Bir masada otururken herkes gülebilir,

ama içindeki fırtına bazen bir çatal sesiyle uyanır.

Sözler… artık fazla gelmeye başladı.

Kimseye anlatamıyordum.

Çünkü anlatmak için önce kendime anlatmam gerekiyordu.

Ve ben kendimle bile konuşamıyordum.

Bir defter buldum.

Eski, tozlu, sarı sayfalı bir defter.

İçine ilk cümlemi yazarken elim titredi.

“Ben kırıldım ama neresinden bilmiyorum.”

Sonra durmadan yazmaya başladım.

Konuşamadığım her şey oraya döküldü.

Kimi zaman ağlayarak,

kimi zaman öfkeden kalemi kırarak…

Yazdıkça, içimde bir yer açıldı.

Karanlık bir odanın penceresini aralar gibi…

Her cümleyle biraz daha hafifledim.

Ama hafiflemek, iyileşmek değildi.

Sadece ağırlığın yerini değiştirmekti.

Dışarıdan bakınca sessizdim.

Ama içimde bir orkestra çalıyordu:

kemanlar acıyı,

davullar yalnızlığı,

piyanolar umut kırıntılarını fısıldıyordu.

Bazen annem sorardı:

“Ne düşünüyorsun öyle kendi kendine?”

Ben sadece gülümserdim.

Çünkü içimi anlatmak, bir çocuğun denizi kavanoza sığdırmaya çalışması gibiydi.

Kendi kendime arkadaş oldum.

Konuşan da bendim, duyan da.

Ve o gün fark ettim,

insan yalnız doğmazmış…

Yalnızlaşırmış. Sessizce. Zamanla.

Kırık Bir Yüz

Bir gün kendimle göz göze geldim.

Aynada değil.

Bir kelimenin içinde, bir suskunlukta, bir fotoğrafın köşesinde.

Oradaydım. Ama tanıyamadım.

Çocukluğumdan kalma bir çizik gibiydi bu bakış.

Ne zaman bir şeye uzansam, hep o çizikten kanıyordum.

Kendi içime eğildikçe, daha derine düştüm.

Ben sandığım şeyin ne kadar yüzeyde kaldığını fark ettim.

Çünkü içimde benden başka biri daha vardı.

Korkmuş, unutulmuş, susturulmuş biri.

Ve o konuşmak istiyordu.

Bir kutu açtım sonra.

İçinde yıllardır sakladığım her şey vardı.

Bir gömlek düğmesi,

hiç gönderilmemiş bir mektup,

solmuş bir çiçek,

ve adını unuttuğum bir şarkının notası.

Hepsi benmiş. Hepsi benden düşen parçalarmış.

Unutmadığım ama yüzleşmekten kaçtığım anıların sesiyle odada yankılandım.

O sessizlik bile bağırıyordu aslında.

Yalnızlık, içimdeki kırık çocuğu susturmuştu.

Ama susturmak iyileştirmek değildi.

Sadece ertelemekti.

Bir çığlığı yastığa bastırmak gibi.

Gözyaşlarım ilk defa geçmişime aktı.

Anılar, gözlerimin önüne değil, kalbimin üzerine düşmeye başladı.

Ve anladım…

Kendimi ilk kez gerçekten görüyordum.

Kırık bir aynaya bakmak gibiydi.

Ama artık parçaları toplamaya başlamıştım.

Yavaşça.

Titreyerek.

Kendime yeniden bir yüz vermek için.

Sessizliğin Kıyısında

Gecenin en sessiz anında, uyanık kalıyordu içimde bir şey.

Adını bilmiyordum ama hep oradaydı.

Bazen bir rüyadan uyanır gibi ürperiyordum,

bazen bir şarkının ortasında ağlamaya başlıyordum sebepsiz.

Sebepsiz sandığım her şeyin sebebi bendim aslında.

O suskunlukta, içimde konuşan bir ses vardı.

Bir gün pencereyi açtım.

Hava soğuktu ama içimdeki ağırlıktan daha hafifti.

Gökyüzüne baktım uzun uzun.

Ve kendime ilk defa dürüstçe sordum:

“Ne olmak istiyorsun?”

Cevap gelmedi.

Çünkü olmak istediğim şey değil, kaçtığım şey doluydu içimde.

Korkular, kalıplar, roller, başkalarının hayalleri…

Ben hangisiydim? Hiçbiri mi, hepsi mi?

Sonra eski bir defteri buldum.

Çocukken yazdığım hayaller vardı içinde.

Bir astronot olmak istemişim.

Sonra şair.

Sonra sadece “mutlu” yazmışım.

Altına da üç kez çizmişim.

Şimdi o kelimeyi okurken boğazım düğümlendi.

Çünkü mutluluğu istemeyi unutmuştum.

Sadece “dayanmak” kalmıştı elimde.

O gece, yatağımda doğrulup karanlığa fısıldadım:

“Artık görmek istiyorum. Ne varsa içimde.”

Ve içimden bir çocuk çıktı.

Elinde bir fener,

korkmadan, saklanmadan,

bana kendimi göstermeye başladı.

İşte o an, yalnızlık sessizliğe dönüştü.

Ve sessizlik, bir dile geldi.

Kendi sesimdi o.

İlk defa duydum.

Ve ilk defa sevdim.

Aynadaki Yabancı

Gözlerimi açtığımda sabah çoktan geçmişti.

Saatin kaç olduğunu bilmeden kalktım yataktan.

Yorgan hâlâ sıcak, ama içi buz gibiydi.

Birkaç gündür aynaya bakamıyordu.

Bir yüz vardı orada, tanıdık ama yabancı.

Kendine benziyordu ama “kendisi” değildi.

Sanki içinde başka biri yaşıyor gibiydi.

Daha sessiz, daha kırgın, daha suskun biri.

Adı olmayan, geçmişi yarım, geleceği belirsiz biri.

Yavaşça yürüdü aynaya.

Göz göze geldi kendiyle.

Bir gözyaşı süzüldü yanağından.

Ama ağlamıyordu.

Sadece birikenler, kendine yol bulmuştu.

Çünkü artık taşamıyordu içinde tuttuğu o duvar.

İnsan bazen büyürken eksilir.

İçinden bir şey eksilir.

Bir kahkaha, bir çocukluk anısı, bir hayal…

Eksik ama yaşar.

Yarım ama yürür.

Yürür çünkü durmak daha çok acıtır.

Ve işte o aynadaki yabancı,

durmayı değil yürümeyi seçmişti.

Ama nereye?

Kendine doğru.

Belki de ilk defa.

O gün aynanın önünde saatler geçti.

Yüzündeki çizgilere dokundu.

Her birinin bir anlamı vardı.

Biri bir gecelik uykusuzluktu,

biri bir vedanın ardından susulan haftalar.

Biri kalbini ilk kıran insandı,

biri ise kendine verdiği ama tutamadığı bir sözdü.

Kendini affetmek zordu.

Ama o gün bir yerden başlamak gerektiğini fark etti.

Bir yabancıya değil,

yeniden tanımaya çalıştığı bir dosta bakar gibi baktı aynaya.

Ve kendine şöyle dedi:

“Henüz geç değil.”

Kapanan Kapılar, Açılmayan Pencereler

Sokaklar hep aynıydı.

Ayaklar her gün aynı taşları ezen,

her gün aynı dar yokuşu tırmanan ayaklar.

Ve insanlar…

Onlar da hep aynıydı.

Fakat o, her geçen gün biraz daha yabancı hissediyordu kendini.

Başka bir şehirde gibiydi, ama aynı sokaklarda yaşıyordu.

Ve her şey sanki geri dönülmez bir noktada duruyordu.

Bir sabah, sadece birkaç adım uzağında,

yıllardır görmediği eski arkadaşını gördü.

Tanıdı ama tanımadı.

Yüzündeki çizgiler başka, gözlerinde bir yabancılık vardı.

Herkes değişmişti.

Zamanın içinde kaybolmuştu bir şeyler.

İnsanlar, hayat, duygular…

Her şey başka bir yere gitmişti.

Ve geri dönmek…

Aslında neyi geri alabilirdi ki?

Sokak lambaları sararmaya başlamıştı,

ve akşam rüzgârı hafifçe ıslatıyordu caddeleri.

Gecenin karanlığı sarhoş olmuş bir başka türbülansa dönüşüyordu.

Bunu hissetti;

bir tür kaybolma duygusuydu.

Bütün geceyi bekleyen bir iç ses,

çünkü sabah, ne kadar sıksan da,

yine geç kalacaktı.

Sabahın tüm ışıkları kapalı,

ve o yeniden sabaha uyanacak,

aynı yerlere tekrar gidecekti.

Gittikçe daralan bir kalbin içinde,

öylesine büyük bir yalnızlık vardı ki,

gerçekten ne kadar var olabilirdi ki insan?

Bir insana bu kadar acı verilebilir miydi?

Böyle bir yalnızlıkla ne kadar hayatta kalınabilirdi?

Zihninde yankı yapan bu soruların cevapsız kalışı,

gerçekten ondan ne kadar uzaklaştığını gösteriyordu.

Ve o yalnızlık…

Bazen kendi içimizdeki en derin yara,

gözle görülmeyen, dokunulamayan en keskin bıçak olur.

Bir şeyin eksik olduğunu anlamak,

bunu içselleştirmek,

bunu kabullenmek…

Çok zor.

Ama o, bu eksikliği kabullenmeye başlamıştı.

Kendine bir şans daha tanıdı,

belki bir başlangıç olurdu,

belki de son.

Ama bir şeyi anladı:

İçindeki yaralara, kendi elleriyle dokunmayı bırakmazsa,

geçmişin yankısı her zaman sabahın karanlığında kalacaktı.

Akşam karanlığı, zamanın en derin köşesine çekildiği anlardan biriydi.

Önünde her şeyin olduğu bir yol vardı,

ama bu yolun nereye gittiğini bilmiyordu.

Yolun sonunda ne vardı?

Karanlık mı, aydınlık mı?

İçindeki kaybolan parça mı bulunacak,

yoksa her şey daha da derinleşecek miydi?

Fakat o yolun devamında,

belki de bulamayacağı bir şey vardı.

Ve işte bu düşünce,

şu an ona sahip olduğu tek şeydi.